Kader ölçü ve hesap anlamına gelir. Âlemdeki şeylerin ve olayların dayandığı şaşmaz ve değişmez ölçülerine ve kanunlarına kader diyoruz.
Takdir edilen şeylerin ve olayların vakti ve saati gelince kadere uygun biçimde gerçekleşmelerine kaza denir. Kader bir plan, kaza ise bu planın noksansız olarak uygulanmasıdır.
Aslında kaza ve kadere iman Allah'a imanın sonucudur. Allah Teâlâ'nın her şeyi bildiğine, her şey O'nun iradesi, kudreti ve yaratmasıyla vücuda geldiğine inanan bir kimse kaza ve kadere esasen inanmış sayılır.
İslâm'da kadere inanılır. Fakat işlenen günahları ve suçları mazur göstermek ve sorumluluktan kurtulmak için kader delil olarak ileri sürülemez. Müslüman, verilen emirlere uymak, konulan yasaklardan uzak durmak zorundadır. Gücü ve iradesi dahilinde bulunan bu emir ve yasaklara uymayanların kendilerini mazur ve haklı göstermek için "Ne yapalım Allah böyle takdir etmiş, kader böyle imiş" demeleri ve suçu kadere, daha doğrusu hâşâ Allah'a yüklemeleri büyük günahtır.
Deprem, yangın, sel ve benzeri felaketlere uğrayan afetzedelerin, insan gücünü ve iradesini aşan bu türlü musibetler karşısında "Allah'ın takdiri böyle imiş, kaderimiz bu imiş" demeleri caiz, hatta böyle düşünüp, buna inanıp ve böyle deyip teselli bulmaları güzel bir şeydir. Ölüm olayı karşısında da aynı şey söylenir. Bütün gücüyle çalıştığı ve lüzumlu her tedbiri aldığı halde maksadına ulaşamayanlar da "Kader böyle imiş" deyip müteselli olabilir. Ama haram ve günah olan bir şeyi yapan veya farz olan bir ibadeti yapmayan veyahut kendisine verilen görevleri ihmal eden mazeret olarak kaderi öne süremez, sürerse günaha girer. Çünkü hiçbir kimse tecelli etmeden ve gerçekleşmeden evvel kaderinin ne olduğunu bilemez. Bu bakımdan kader bir sırdır. Buna "sırr-ı kader" denir. Gerçekleşmeden önce ne olduğu bilinmeyen kader mazeret olarak kullanılamaz.
Kadere iman etmeyi ve kazaya rıza göstermeyi emr eden İslâm aynı zamanda Çalışmayı, kazanmayı, ibadet etmeyi ve verilen görevleri yerine getirmeyi de emreder, haram ve günahların işlenmesini yasaklar. Eğer delil ve mazeret olarak kaderi ileri sürmek caiz olsaydı emir ve yasakların hiçbir anlamı kalmazdı. İslâm kendi kendisiyle çelişirdi.
Veba olan yere gidilmesin diye emir veren Hz. Ömer'e Ebû Ubeyde: "Yâ Ömer! Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diye sorunca, Hz. Ömer: "Evet, öyle ama Allah'ın bir kaderinden kaçarken biz öbür kaderine doğru gitmekteyiz" diye cevap vermişti. Abdülkadir Geylânî'nin de dediği gibi Müslüman, hak uğrunda hak için kaderle çekişen ve mücadele eden kişidir. Bunun için tedbir alınır ve türlü türlü çarelere başvurulur.
Cüz'î İrade
Hayır da şer de Allah'tandır. Her şey onun iradesi, kudreti ve yaratmasıyla meydana gelir. Fakat Cenab-ı Hakk insanlara, öbür varlıklara vermediği büyük ve-değerli şey vermiştir: Akıl ve irade. İnsan aklı ile iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ve faydalıyı zararlıdan ayırd eder ve iradesiyle de bunlar arasında hür ve serbest bir biçimde tercih yapar. Bundan dolayı yaptıklarından sorumlu olur. İlâhî irade genel ve evrenseldir. İnsana verilmiş olan cüz'î. iradenin işlediği alan sınırlıdır. Fakat bir şeyin yapılmasını veya yapılmamasını tercihte etkilidir.
İnsanın eylem ve davranışları da dahil olmak üzere her şeyi yaratan Allah'tır. Ondan başka yaratıcı yoktur. Fakat insan kendisinden meydana gelen hal ve hareketleri irade eder, bunun üzerine Alah da onları yaratır. Dilemek insandan, yaratmak Allah'tandır, tedbir insandan, takdir Allah'tandır. Onun için önce kul üzerine düşeni-yapmak mecburiyetindedir.
Kaderle ilgili olmak üzere şu hususlar üzerinde durulmaya değer:
a) Dua: Yaratma yönünden hayır ve şer Allah'tan olduğu gibi hidayet ve dalalet, yani doğru yolda olma veya yoldan sapma da Allah'tandır. Yüce Allah dilediğini doğru yola iletir, dilediğini iletmez. Dilediğine yardım eder ve başarılı kılar (tevfik), dilediğine etmez (hizlan). Yardım ve başarı Allah'ın bir lütfü ve ihsanı olduğundan insan dua ve niyazla ondan yardım ve başarı ister, doğru yolda sabit ve daim kılmasını diler. "Mevlâm beni doğru yoldan saptırma ve başarısızlığa duçar etme" diye dua eder. Fatiha Sûresi'nde bu duayı yapmaktayız. b) Rızık: Allah herkesin rızkını ve kısmetini takdir etmiştir. Kimse kimsenin rızkını yemez. Rızık veren Allah'tır. Hak Teâlâ insanların çalışarak, gerekli tedbirleri alarak, çarelere başvurarak, yoluna ve usulüne göre hareket ederek rızık peşinde koşmalarını ve kendisinden rızık istemelerini emr etmiştir. Üzerine düşeni yapan insanın rızkını âlemlerin Rabbinden bilmesi ve kısmetine razı olması lazımdır. Rızkın Allah'tan olduğuna itikad eden bir kimse ne haram yer ne de hak. c) Ecel: Bir kimsenin ne kadar yaşayacağı ve ne zaman öleceği mukadderdir. Vadesi yeten ölür, yetmeyen yaşar. Takdir edilen ecel ve vade değişmez. Fakat insanın kendi eliyle kendini tehlikeye atması ve cana kıyması haramdır. Hastalıkların da tedavi edilmeleri icab eder. d) Kazaya rıza göstermek icab eder. Kaderin tecellileri karşısında, musibet ve felaket zamanlarında bağırıp çağırmamak, ağlayıp sızlanmamak, çözülüp yıkılmamak lazım gelir. Bu gibi durumlarda kadere teslim ve kazaya razı olmak insanın mücadele gücünü ve mukavemet yeteneğini artırır. İnsanın kaderinden yakınması ve talihsizliğinden şikâyetçi olması yanlıştır. e) Tevekkül: Allah'a güvenmek demektir. Bir insan herhangi bir meşru ve mubah iş yapmadan önce, yaparken ve yaptıktan sonra Allah'a itimad etmelidir. Tevekkül çalışma ve çabalama sebebi ve sakidir. İnsanı vesvese ve vehimden, gereksiz kaygı ve tasalardan kurtarır. Onu sükûna ve huzura kavuşturur. "Rızkımı Allah verir" diye işi gücü bırakmak çarpıtılmış bir tevekkül anlayışıdır. Zira insan hem tevekkül göstermek hem de rızkını sağlamak için çaba harcamakla memurdur. Tevekkül çalışan insanın hakkıdır. Çalışan insan her hususta ve her halükârda Allah'a güvenmek, onun keremine ve yardımına bel bağlamak zorundadır. Tevekkül Hz. Peygamber'in hali, çalışıp kazanmak da sünnetidir. Onun hali üzere olan sünnetini terk etmez.