“Bir yapıyı nöromimari açıdan nasıl tasarlamalıyız?” sorusunu mimarlık disiplini çerçevesinde ele alacak olursak öncelikli olarak “Deneyimlemek ve hissetmek gerekir. ” diyebilirim.
Bununla ilgili olarak yapılan bir örnek vereyim:
İngiltere’de 50 yaşın üzerindeki emekli kişilerin ihtiyaçlarını gidermek için kurulan Saga derneği, Martin Lindstrom’dan bir Cruise gemisi için yolcuların kendilerini evlerinde hissetmeleri amacıyla yaşlı insanları anlamalarına yardımcı olmalarını istedi.
Lindstrom, yolcularla gençliklerini yaşadıkları dönem arasında bağ kurmak amacıyla, kamaraları bu yaşlı insanların 1950’li ve 1960’lı yıllarda içinde yaşadıkları evlerin mobilyası ile donatmaya, o döneme ait müzik, renk, ev aletleri ve oyun alanlarını tasarıma katmaya karar verdi.
Bu arada 30’lu 40’lı yaşlardaki gemi tasarımcılarından 75-80 yaşlarında biri gibi hissetmelerini için üzerlerine itfaiye giysisine benzeyen ağır kıyafetler giymelerini, çevikliklerini azaltmak için ayakkabılarına alüminyum ağırlıklar bağlamalarını, uzak görüşlerini bulanıklaştıran gözlükler ve iyi duymalarını önleyen kulaklıklar takmalarını, ayrıca asansör düğmelerine basınca parmaklarındaki hissin azalma etkisini anlamaları için kalın eldivenler giymelerini istedi. Bu deneyimlerle birlikte Saga Saphire’nin tasarımı gerçekleştirildi ve son derece başarılı oldu.
Lindstrom’un bu deneyimi bize kendimizi başkalarının yerine koymanın, başka bir ifade ile “hemhal olmanın ve empatik mekân” kavramlarının önemini gösterdi.
Peki mimar ya da içmimar olmayan biri kendi için en doğru tasarımı nasıl yapabilir?
Bunun cevabı ise; mekân farkındalığı ile etkileşimde olan kendilik farkındalığıdır. Kişinin bir rengi sevip sevmeme nedenini hangi formun ona iyi gelip gelmediğini vs. bilmesi kendine (bilinçdışına, çocukluğuna vs.) olan yolculuğuyla gerçekleşir. Öyleyse önce çocukluğumuzda bize iyi gelen çevresel uyaranları hatırlamaya çalışmak iyi bir başlangıç olabilir.
Yorumlar