Toplum olarak edebiyata bakış açımız, yalnızca sosyal medyada birbirimize mesaj vermekten ibaretmiş gibi bir hal aldı. Kimileri edebiyatı boş laf olarak sıfatlandırıp süslü cümleler kuran herkese “Edebiyat yapma!” nidaları atar oldu. Peki, nerde kaldı; sanatın sanat için mi, toplum için mi olduğu tartışmaları?..
Oysa edebiyatın insan hayatındaki, bilhassa insan ruhundaki, önemi göz ardı edilemez. Teknolojinin vazgeçilmez bir şekilde hayatımıza girmesiyle edebi metinlerin birçok türü ya şekil değiştirdi ya da silinip gitti. Hele ki içlerinde öyle bir tür var ki önemini tam anlamıyla yitirip tarihin tozlu sayfalarında kaldı: Mektup.
Nâzım’dan Bir Mektup
Türk edebiyatında hayli uzun bir geçmişe sahip olan mektup bir anlatım biçimi olmanın yanı sıra bir edebi tür olarak da bilinmektedir. Arapçadan dilimize geçen ve yaygın biçimde kullanılan “mektûb” kelimesinin Türkçedeki karşılığı neredeyse hiç kullanılmasa da “betik (bitig)”tir.
“Edebî mektuplar”, “özel mektuplar”, “resmi mektuplar”, “iş mektupları” ve “açık mektuplar” olmak üzere beşe ayrılan mektuplar dışında edebî mektuplara dâhil edebileceğimiz manzum şekilde, yani şiir olarak yazılan mektuplar da mevcuttur.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu yazıda sizleri terimsel ya da tarihi bilgilere boğma niyetinde değilim. Bu konuda Türk edebiyatına gönül vermiş değerli akademisyenlerimiz gerekli bilgileri günbegün geliştirerek ortaya koymaktadır.
İnsanların uzak mesafelerden özlemlerini gideremediği, kalplerindekileri dile getiremediği, gurbetin acısıyla dolduğu, savaşın ortasında sevdanın en karasına saplandığı, umutlarını paylaşma ihtiyacı hissettikleri sırada kurtarıcı görevini üstlenen mektuplar olmuştur. Bu görevi üstlenen mektuplar kimi zaman şairlerin kimi zaman yazarların kalemlerinden çıktığı gibi ressamlardan askerlere, sultanlardan başkanlara birçok ünlü ismin kaleminden de çıkmıştır. Ne yazık ki gereken önem verilmezse çıkmaya devam edemeyecektir.
Türk edebiyatında serbest nazımın öncüsü kabul edilen, yaşadığı aşklarla ve yazdığı dizlerle fazlaca konuşulan, Çağdaş Türk Şiirinin öncüsü Nâzım Hikmet Ran’ın Bursa Hapishanesinden Pirâye’ye yazdığı mektuba konuk olacağız. 1932 yılında Pirâye ile evlenmeye karar veren Nazım Hikmet’in “Gece Gelen Telgraf” isimli kitabı için 1933 yılında toplama kararı çıkartılmıştır. Bu karardan iki hafta sonra Nazım Hikmet tutuklanmıştır. Nazım Hikmet cezaevindeyken Pirâye’den gelen bir mektuba cevaben, şiir şeklinde kaleme alınan şu mektubu yazmıştır:
Karıma Mektup Bursa Hapishane / 11.11.1933
Bir tanem!
Son mektubunda:
“Başım sızlıyor
yüreğim sersem!”
diyorsun
“Seni asarlarsa
seni kaybedersem;”
diyorsun;
“yaşıyamam!”
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminciasırlılarda
ölüm sancısı.
Ölüm
iple sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzerse eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzıma!
Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarım kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim…
Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dâva ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal!
Paran varsa eğer
banafanile bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı.
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.
Bu mısraları kaleme alan Nâzım Hikmet Ağustos 1934’te cezaevinden çıkmış ve İstanbul’a dönmüştür. 1935’te Pirâye ile evlenmiştir. 1938 yılında yeniden yargılanan Nâzım tutuklanmıştır. Tutukluluğu esnasında sonsuz bir sabır ve aşkla Nâzım’ın çilesine ortak olan Pirâye’dir. Aralarında gidip gelen mektuplar özlemlerinin ve sevgilerinin merhemini gözler önüne seren niteliktedir. Hatta mektuplar incelenirse tutukluluk yıllarında Nâzım’ın Pirâye’ye ihanetinin kanıtına dahi rastlanabilir. Ancak bu işin magazinsel boyutu olduğundan es geçiyorum. Olaya neresinden bakarsak bakalım geçmişin izlerini taşıyan mektuplar her yönüyle yaşayan birer tarih olarak da kabul edilebilir.
Örneğini verdiğim mektupları Türk edebiyatına “Nazım Hikmet – Pirâye’ye Mektuplar” ismiyle kazandıran Pirâye’nin ölümünden üç yıl sonra oğlu, Mehmet Fuat olmuştur. Nâzım ve Pirâye’nin büyük aşklarının izleri ile bu aşkın sırları kitapta yer alan mektuplarda gizlidir.
Türü hatırlatma amacıyla verdiğimiz bu örnekten hareketle samimiyeti noktasından virgülüne her bir kelimesinde hatta sesinde hissedebileceğimiz mektupları yeniden hatırlamalı ve hak ettiği değeri yeniden kendisine vermeliyiz. Günümüzü tarihe taşıyabilecek ender türlerden biri olan mektup, tarihin tozlu raflarına terk edilmemeli.
Sizce de öyle değil mi?
Haberin Doğrusu En Güncel Haber
Haberin Doğrusu, Bursa haber, Bursa son dakika, Doğru haber, Son dakika, Bursa iş dünyası, Bursaspor, Bursa hava durumu, Bursa nöbetçi eczaneler, Bursa ekonomi haberi, Bursa kapalıçarşı, Bursa trafik durumu