Mekân kavramı Arapça’da “var olma, varlık, vücut” gibi anlamlara kullanılan “kevn” kökünden gelmektedir. Dünya sahnesinden ilk var olduğumuz, vücut bulduğumuz yer annemizin rahmidir.
Plesenta, fetüs için son derece güvenli bir ortamdır. Doğumun ardından annesinin bedeninden ayrılan bebek için en güvenli yer annenin kucağındır. Acıktığında ağlayan bebek annesine “Beni gör, beni anla ve ihtiyacımı gider!” mesajı verir. Bu ihtiyaç sadece fizyolojik bir ihtiyaç değildir. Emme sırasında fizyolojik doyumun yanı sıra aynı zamanda ruhsal ve bilişsel bir doyum da sağlanır. Ayrıca memeden salgılanan hormonlar ile anne-bebek arasındaki bağlılık duyguları pekişir ve güvende hisseden bebek sakinleşir.
Tüm bunlardan yola çıkarak mekânın bilinçdışında, ana rahmindeki “aidiyet ve güven” ihtiyacına karşılık geldiğini söyleyebiliriz. Şöyle düşünün; kendimizi bir yere ait hissettiğimiz anda potansiyelimizi maksimum düzeyde kullanma olasılığımız artar.
Bu durum, çevremizde var olan “şey” lerin varoluş amacımızı bulmamıza verdiği destek sonucu gerçekleşir. Birey yaşam sahnesine adım attığı andan itibaren bilinçli ya da bilinçsiz olarak varoluş mücadelesi vermektedir. Sadece fiziksel ihtiyaçların karşılandığı mekânlarda birey-mekân ilişkisi kopuktur ve mekân duygusal ya da bilişsel anlamda bireyi baskılar.
Oysa mekân, bireye dış dünyadan korunaklı ve güvenli bir yaşam alanı sunarken aynı zamanda bireyi özgür de bırakmalıdır. Yani baskılayıcı, engelleyici ve bağlayıcı unsurlar içermemeli bireyin varoluşunu desteklemelidir. Nöromimari paradigmasını ile gelişen “varoluşçu mimari” anlayışının temelinde bu düstur vardır.